Adı Aşk 14
Artık bana durmak yoktu. İş çıkışı eve geliyor, önce ne yapmam gerektiğini planlıyor sonra da uyguluyordum. Üç göz evimiz vardı, bir oda benimdi, en azından bir yatak odası takımı lazımdı. Zaten başka bir şey koyacak yerde yoktu. Orta odada anam kalıyordu, dış kapıda o odadaydı. Aynı zamanda mutfak ve oturma odası da oluyordu, tüplü ocak da oradaydı. Üçüncü oda da anamla abimin yatak odası idi. Yorgan, döşek gibi şeyler de orda kalıyordu. O yıllarda tuvalet dışarıdaydı, tahtadan yaptırmıştım, suyu boş bir tenekeye koyar, içine bir tas atardık. O mahallede hemen hemen herkesin ki öyleydi. Banyo maalesef yoktu. Naylon leğen içinde banyo yapardık. Yine bir gün iş çıkışı, ikinci patron Hasan Hüseyin Nacar, yazıhanede hesap işleriyle meşguldü. Selam verip girdim içeriye, biraz işlerden bahsettikten sonra (ona da Dayı derdik ki herkes ona Dayı derdi. Kimse ismini söylemezdi.) Birer sigara yaktıktan sonra: “Dayı senden bir istirhamım var; biliyorsun düğün hazırlıklarına başladım. Niyazi Dayı kalan başlık parasını verdi, sen de bir yatak odası takımı alacaksın. Ben ödeyeceğim.” dedim. Dayı bir dakika kadar düşünüp: “Madem o işte bana düştü, haydi kalk şimdi gidelim.”dedi. Darabayı çekip çıktık. Vakit akşam ama çarşı esnafı açıktı, polis karakolunun üst tarafında bir mağazaya girdik. Kamil Toprak’ın mağazasıydı: “Beğen.” dedi. O zamanlar formika mobilyalar vardı; bir karyola, bir somya, iki kapılı gardolap, üç camlı raflı bir büfe, masa, altı sandalye, bir kilim, bir sandık takım olarak aldık. On beş bin lira tuttu. Her ay üç bin lirayı da Dayı ödeyecek, ben de sonra ona ödeyecektim. İşler iyi gidiyordu, rabbim yürü kulum demişti. Gün geçtikçe heyecanım artıyordu, yavaş yavaş her işimi hallediyorum. Ama beni kederlendiren kimsemin olmayışı idi. Her işe kendim koşuyordum, on sekiz yaşına yeni girmiş bir genç, ne yapabilirdi? Yaşadığım hayat beni otuz yaşında birisi haline getirmişti. Bir düğün kolayına olmuyordu. Evden hiçbir yardım yoktu, her şey dışarıdandı, ihtiyaç ise hayli fazlaydı. Söz verdiğim gün yaklaşıyordu, her akşam bir eve gidip ödünç para istiyordum. Bizim köylü Mama Emmi’den, Halit Emmi’den, Ahmet Turan abiden, Osman Emmi’den, Ramazan Emmi’den birer ikişer bin lira para aldım. Kime gittiysem yok diyen de olmadı. O da benim azmimi yükseltiyordu. Borçlansam da neşem yerindeydi. Düğün öncesi nişanlımı giydirmem gerekiyordu. Bizim köylü, Turan Yeksek’ in İstanbul Ucuzluk Pazarı adında konfeksiyon mağazası vardı. Önce gidip konuştum, düğün sonuna vermeye.
Bir gün sonra, gidip kaynanamla nişanlımı getirip: “ beğenin.” dedim ve dört bin liralık kıyafet aldık. Bir yükten daha kurtulmuştum şimdilik. Bizim eski ev sahibinin kızı Perihan da gelinlik de satan bir konfeksiyonda çalışıyordu. Tatlıda da o yardımcı olmuştu, ondan da sekiz yüz liraya gelinlik kiraladık. O işte tamamdı, sonra davulcuları ayarladım. Sırada davetiye vardı, matbaaya gidip şöyle bir davetiye yazdırdım:
Seveni sevdiğine versinler
Sevenler dünyada murat ersinler
Selam söyleyin dostlara
Gebeli’ye düğünümüze gelsinler.
Yatak, yorgan, yastık işini de evdeki eskilerin yüzlerini değiştirerek kaynanam hazırladı. Zaten karyola yatağını kendi yapmıştı. Yine patronumun Enter kamyonetiyle çeyizi getirdik, nişanlımın kız arkadaşları ve kaynanam odayı düzenlediler ki görme. O bir göz oda bana saray gibi geliyordu, öyle mutluydum ki… İnsan mutlu olunca ne yorgunluk ne uykusuzluk vız geliyordu. Hemen hemen her şey hazırdı, sıra davetiyeleri dağıtmaya gelmişti. İş yerinden iki hafta izin alıp davetiyeleri dağıtmaya başladım. Garibanlık böyle bir şey olsa gerek, her şeyi damat mı yapar? İşte orda babasız olmam bir kez daha bana dokundu. Davetiyeleri bitirip düğün yemekleri için malzemeler aldım. Kasaba et siparişi verdim. Bizim bir Cebel köyünden komşu vardı, eşekle ormandan odun getirirdi. Ona bir yük odun getirttim, yemek pişirmek için.
Ve o gün gelmiş, evin önüne masa, sandalyeler dizilmiş, zurna ötmeye; davul çalmaya başlamıştı. Misafirler birer ikişer geliyordu, bayrak damın üzerine dikilmiş, Bekir Yeksek eniştem düğün kahyası; Şaban Kalkan eniştem, yardımcısı olmuştu. Bizim Osmaniye’de Abdal Ağası derler, bir Murat taksi kiraladım. Öğlen sonu kuaföre götürdüm. Akşam kız evinde kına var, mahalleden üç kız buldum: Maraşlı Elif, Malatyalı Durdu, Bahçeli Elmas. Bütün kınacı, bu üç komşu kızları idi. Gereken malzemeleri alıp taksiyle kız evine vardık. Kaynanam benim yalnız başıma uğraştığımı, yorgun olduğumu gördüğü için: “Sen kızları alıp geri götür, biz kınamızı kendi aramızda yaparız.” dedi. Bilmiyorum davulsuz, zurnasız sadece üç kızınan geldiğim için mi? Yoksa gerçekten bana acıdığı için mi? Böyle demişti. Neyse ki geri dönüp geldik, akşam bize göre bayağı kalabalıktı. Nerden baksan yirmi kişi vardı bizim evin önünde, bir komşunun oğlu vardı, benim yaşlarda arkadaş idik. Mobilya atölyesinde çalışıyordu, yanıma gelip : “Gardaş, sana para mı atayım, hediye mi alayım?” ben de: “Bir tülbent yazma camekanı getir, makbule geçer.”dedim. Düğün cumartesi başlamıştı, pazar günü öğlen namazından sonra yemekler yendi, çaylar içildi. O zaman ne arkadaş çevremde ne komşu ve akrabalarda araba olmadığı için, duraktan beş tane Murat 124 taksi kiralayıp gelin almaya gittik. Her ne kadar damadın gitmesi ayıp sayılsa da kim tutar beni, ben de gittim. Tabii kapı açtırma, bahşiş verme de yine bana düştü. Baldızım Zeliha, çetin ceviz olsa da az bir bahşişle kapıyı açtırdım. Gelin al duvaklı, kırmızı kurdele kuşaklı, inci taçlı, beyaz gelinlikli; kapıdan babasının kolunda çıktı. Yok öyle bir mutluluk. Hemen öteki koluna da ben girdim, avludan çıkarttık. Bazı akrabaları homurdanıyordu: “Ayıp değil mi? Madem geldi, takside bekleseydi.” diye. Ama kimin umurunda, benim ayaklarım yere basmıyordu ki. Uçuyorum adeta, ilk defa böylesine bir mutluluğu tadıyordum. Yudum yudum su içer gibi ben de mutluluğu içiyordum. Gün benim günümdü. Takside, orta koltukta gelin, bir yanında yakın akrabam Mehmet Mustafa Nacar abimin hanımı Safinaz yengem, bir tarafta ben. Gelin ağlıyor, Safinaz yengem teskin ediyor, bense taksinin korna sesine alkış çalıyordum. Sağ selamet gelini indirdik, gelenek üzere birer şerbet içip getirene bahşişi verdik. Pazar günü kalabalık daha çoktu. Gelini görmeye gelenler falan. Sağ olsun evlenmeme vesile olan İbrahim Usta ve tüm ailesi gelmişti. Mevlüt gardaşım resimlerimizi çekti, düğün umduğumdan daha güzel olmuştu. Yalnız bir sorun vardı; on iki yaşlarında olan Mehmet kaynım, elinde bir tahra, nere gitsem peşimden geliyor: “Ben sana tahrayla vuracağım, sen benim ablamı niye getirdin? O bana güzel yemekler yapıyordu.” kim müdahale etse küfür ediyor. İster istemez tedirgin olduk, neticede çocuk bu vurur mu, vurur. Neyse ki : “öbür ablan var, küçük bacın Hatice var deyip biraz da para verip zor ikna ettiler. Gelin eve inmiş, kadınlar kızlar gelini görmeye geliyor. Davulcu bahşişini almaya yanıma gelince arkadaşlar toplanıp davulcuya: “Yok öyle hemen gitmek, evlenen damat âşık, hele bize bir türkü söylesin. Siz de son bir halay havası çalın, bir de halay çekelim. Ondan sonra hep beraber dağılalım.” Ben şimdi sırası değil dedimse de büyükler de müdahil olunca şu türküyü söyledim :
Şükür olsun mevlama kısmet eyledi
Bugün benim günüm evleniyorum
Tâ bir yıl önceden pîrim söyledi
Bugün benim günüm evleniyorum.
Sabredip çileye buldum selamet
Ne verdiyse mevlam ettim kanâât
Beni terkedip de gidene inat
Bugün benim günüm evleniyorum.
Çıksın meydana da yiğitler dönsün
Ateşin başında oyunlar oynansın
Kaynasın kazanlar yemekler yensin
Bugün benim günüm evleniyorum.
Çalınsın zurnalar davullar vursun
Sağmenler kalkıp da halaya dursun
Konuklar komşular bir düğün görsün
Bugün benim günüm evleniyorum.
Benim de hakkım var elbet gülmeye
Eskiyi unutup mutlu olmaya
Hep beraber gidip gelin almaya
Bugün benim günüm evleniyorum
Deli gönül gel de senle barışam
Ben de çol çocuğa gayrı karışam
Nice çile çekip dertler görmüşem
Bugün benim günüm evleniyorum.
YEYDANİ’M ağlama bu yüzün gülsün
Bu yetim gariban muradın alsın
Anamın da güzel gelini olsun
Bugün benim günüm evleniyorum.
Sonra son halaylar çekilip misafirler, hayırlı olsun dileklerini sunup birer ikişer gittiler. Düğün kahyası, abdal ağası ve Mehmet Mustafa abim beni içeriye çağırıp düğünde biriken on altı bin beş yüz lirayı, teslim edip gittiler. Son misafir kız tarafı ile Rahme anamın ailesini de dolmuş durağına kadar yolcu edip dönüyordum ki bir uzak komşu kadınla karşılaştım: “Hayırlı olsun.” dedi: “Gelin nasıl?” diye sordum, gülümseyip: “ İyi iyi de biraz fazla esmermiş.” dedi. Ben de güldüm: “Ne yapalım teyze, sarışını da vermediler. Nasibimizde bu varmış. Çok şükür, ben mutluyum.” deyip yürüdüm. Akşam yakındı, önce toplanan parayı alıp komşulardan aldıklarımı birer birer evlerine giderek ödedim. Konfeksiyoncununkini de Mehmet Mustafa abime vermiştim, bana da sadece otuz lira kalmıştı. Acil ödenecek bir gelinliğin parası kalmıştı, onu da çalışıp vermeye karar verdim. Akşam olmuştu, kimsenin aklına nikah için bir imam bulmak gelmemişti. Mahallemizde cami olmadığı için imam da yoktu. Babasızlık bu kadar zordu, imamı bulmak da yine bana kalmıştı. Bana camekan hediye getiren Ahmet’i çağırdım, durumu anlattım. Sağ olsun, onlar Maraş, Önsen kasabasındandı. Bizim köylü bir hoca var, gidip getireyim, deyip gitti. Bir saat sonra geldiler, abimin odasına oturdular. Ben de gelini alıp o odaya getirdim. Bir de ne görem? Hoca diye getirdiği yaşlı adam, bizim işyerinin karşısındaki sebze hâlinin tuvaletine bakan ihtiyar. Ahmet’i çağırıp: “Oğlum bu tuvaletçi lan!” dedim. Ahmet: “Sen ona bakma, o derin, bilgili bir hocadır.” Neyse nikahımızı kıydı, şahitler önden, onlar arkadan gidiyorlardı ki Ahmet’e, cebimde kalan son otuz liranın yirmi lirasını, hocaya vermesi için verip yolladım. O koşuşturmada öylesine acıkmıştım, birer tabak yemek getirip yiyorduk ki kapı çalındı. Bu gece benim özel gecemdi, kim ne diye çalsın ki kapıyı diye düşündüm. Acaba arkadaşlar şaka mı yapıyordu? Derken yine çalındı, açtım kapıyı. Ahmet’le Hoca: “Hayırdır Ahmet?” dedim : “Hoca parayı azsınıyor, almam diyor.” Cebimde kalan on lirayı da verdim. Hoca sert çıkıştı: “Dilenciye sadaka mı veriyon, tâ Cumhuriyet Mahallesinden geliyom, altmış lira almadan gitmem!” diyor. Benim için evliliğin ilk günü rezillikle başladı. Kendi kendime kızdım, gidip tuvaletçiyi hoca diye getirirsen olacağı buydu! Tekrar içeriye girdim. Hacer: “ ne oldu?” diye sordu : “Yok bir şey.” dediysem de ısrar edince durumu anlattım. O da çantasından anasının koyduğu harçlıktan, otuz lira çıkardı. O parayı aldım ama yerin dibine girdim. Öylesine mahcup oldum ki ağlamamak için kendimi zor tuttum. Kapıyı açtığımda hala bekliyorlardı, parayı verip yolladım. Öbür odaya gidip biraz sakinleşeyim diye oturdum. Garibanlığın, kimsesizliğin, yoksulluğun acısını iliklerime kadar bir daha yaşamıştım, hem de en mutlu günümde…
-
Cumhuriyet Kupası Futbol Turnuvası Heyecanlı ve Çekişmeli Maçlarla Sona Erdi
-
Yenilenebilir Enerjide Yeni Yarışma Dönemi
-
81 İlde okullara “Kızılay Kolu” geliyor!
-
Malatya Valiliği ve Özülke İnşaat Arasında Anaokulu Yapım Protokolü İmzalandı
-
10. MALATYA ANADOLU KİTAP VE KÜLTÜR FUARI’NA OKURLARIN İLGİSİ YOĞUN
-
Başkan Taşkın dan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Mesajı