İlkbahar gelmiş, portakal çiçekleri açmış, öylesine güzel bir koku saçıyordu ki insanın duygulanmaması elde değil; renk renk kelebekler uçuşuyor, arılar vızıldaşıyor, her taraf yemyeşil, papatyalar yol kenarında tüm ihtişamıyla kendini gösteriyor, gelincikler buğday tarlalarında esen ılık rüzgarla raks ediyordu adeta. İlk bahar tüm güzelliklerini ortaya dökmüştü, bu güzellikleri görünce daha bir duygusallaşıyor, yürek yangınım harlanıyordu. Evet çalışıyordum ama aklım da, gönlüm de hep onun yanında, hayali ise hiç mi hiç gözümün önünden gitmiyordu. Bu nasıl bir sevdaydı ki daha on altısında beni yakıp kavuruyor, dumanı tütmeyen bir paça gibi için için yanıyordum. Yine böyle bir gündü işten eve gelmiş sazımı alıp kursa gitmiştim, ustam Aşık Sayım Özdal’ın yanında iki kişi vardı, dört de kursiyer. Hoş beşten sonra ismini unuttuğum o iki aşıkla beni tanıştırdı. Herkes dersini verdi bende Gelin Ayşem’i çaldım, notaları anca kavuruyordum. Oradaki aşıklardan birisin ustama dönüp “haydi bakalım çırakların birer türkü söylesin dinleyelim” dedi. En büyüğümüz Ali ağabeydi, Gül Ahmet’ten Medine’mi söyledi. Diğer arkadaşlarda başka kişilerden söyledi. Sıra bana gelmişti, bir aşık edasıyla herkesi selamladıktan sonra, “ustam müsaade edersen ben kendi türkümü okuyacağım” deyince, aşıklardan birisi “hazırcı mısın” dedi. Bende “evet” dedim, o zaman sana bir ayak verelim ona göre söyle deyip, arkadaşına dönüp “haydi arkadaşı da BENZER’i verelim” dedi. “Eyvallah üstat” deyip sazı çekip dizime başladım söylemeye;
Öyle bir güzeli sevdim ki sorma
Kaysının çiçekli dalına benzer
Önüne katmışta sürükler beni
Tohma’nın çağlayan seline benzer
Nutkum tutuluyor ona varınca
Boynun yana eğer bir şey sorunca
Al olur yanağı beni görünce
Darende bağının gülüne benzer
Huri mi melek mi bilmem ki nesin
Dengin bu ellerde bulunmaz kesin
Kendimden geçerim duyunca sesin
Dertli sazın ince teline benzer
Pamuktan da beyaz nazik eli var
Kemer yakışacak ince beli var
Şekerden şerbetten şirin dili var
Anzer yaylasının balına benzer
Bir yudum sudur ki içsen içilir
Yürüyünce miski amber saçılır
Bakınca gözüne içim açılır
Sabah esen seher yeline benzer
YEYDANİ’yim aşkı beni yandırır
Sürmeli gözleri başım döndürür
Sarı saçı navruzları andırır
Çiçekli dağların yoluna benzer..
Ayak veren aşık ustama dönüp “bu çocukta iş var, bunu yetiştir. Hem içten söylüyor hem kafiyeleri uyumlu, verilen ayağa anında cevap veriyor.”
Haziran ayı gelmiş, bizim işler de biraz hafiflemişti. Beni de bir heyecan almıştı, çünkü temmuz ayı yaklaşmış izine gitme zamanı gelmişti. Nihayet beklediğim an gelip çattı, patrona gidip izin isteğimi bildirdim, o da bir ay izin verdi. Günlerden pazartesiydi, hazırlıkları bitirip Zengibar otobüsüne bindim. Darende’ye yolculuk başladı, gece on ikide bindiğim için sabah erkenden Darende’ye varmıştım. O zamanlar Darende- Kuluncak arası Kekeç Ethem diye bir minibüsçü vardı. Sabah gelir, ikindide dönerdi. Bir an Selvi gile gitmeyi düşündüm sonra mektup olayından dolayı vazgeçtim, ya duyulduysa veya şüphelendilerse yüzlerine nasıl bakardım. En iyisi Kuluncak’a gidip anamı göndermekti. İçim içimi yiyordu adeta, yinede Selvi’nin evinin önünden bir kaç kez geçtim ama göremedim, çaresizlik bir hançer gibi yüreğime saplanmıştı, acısı dinmiyordu. Sonra bir karar verip Somuncu Baba’ya gittim. Şeyh Hamidi Veli’yi ziyaret edip iki rekat namaz kıldım ve ellerimi rabbime açıp “Ey ALLAH’ım sen kalpleri bilensin, ben senin aciz bir kulunum, mecnun misali bir sevdaya düştüm, akıbetimi hayır eyle, Selvi ile kavuşmamı ve yuva kurmamı bana nasip et. Burada yatan veli kulun Somuncu Baba yüzü suyu hürmetine, sen her şeye kadirsin” deyip Fatiha’yı okudum sonra dışarıya çıktım ve köprüden geçip karşıda biraz dolaştım. Devasa su dolabını görünce baka kalmışım, arkamdan gelen bir sesle irkildim, dönüp baktığımda yetmiş yaşlarında aksakallı elinde asası olan bir ihtiyarla karşılaştım. “Buyur emmi” diyecektim ki “ey evlat dalıp gitmişsin, ilk defa mı dönme dolap görüyorsun”, ben de “yok emmi bizim köyde de Karataş’ta Uzun Oğlan Kadir’in Tohma’nın üzerinde vardı, ama bu kadar büyük değildi. Dalgınlığım Yunus Emre’nin dolap şiirini aklıma getirdi. Hani diyor ya “ben bir dağın ağacıyam, ne tatlıyam ne acıyam, ben mevlama duacıyam, derdim vardır inilerim, dolap bile Allah’a duacıyken vay bizim halimize” dedim, ihtiyar “gel hele şu kamelyaya oturup biraz sohbet edelim” deyince önü Tohma Çayı’nın geliş yönüne bakan etrafı çiçeklerle bezenmiş kamelyaya oturduk. Yönümüz Darende’nin simgelerinden, içerisinden Tohma Çayı’nın çağlayarak aktığı, insanı hayran bırakan Tohma kanyonu idi. Yüksek kayalıkların arasından akan berrak bir su bakınca insanı rahatlatan ama aşıkları da hüzünlendiren bir manzara, sol tarafta ise hemen Tohma’nın yanı başında, somuncu baba külliyesi tüm ihtişamıyla gönüllere huzur ve mutluluk veriyordu. Manevi bir atmosferi vardı, insana ibadet aşkı veriyordu. Yaşlı amca hemen söze girdi “buraya yenimi geliyorsun” dedi, “evet” dedim, “nerelisin” dedi, “Kuluncaklıyım ama Osmaniye de kalıyorum. Şimdi de izne gidiyorum” dedim. “Çay mı kahve mi” dedi, “sen bilirsin” dedim. “Çay” dedi. Biz çayları içerken Darende şivesiyle konuşan amcaya ismini sordum, o da “Hacı emmi de yeter” dedi. “Benimki de Mustafa yani Aşık Yeydani” dedim. “Aşık mısın” dedi, “evet” dedim. Bir kere açılmıştım, hem de sevdiğim kız Darendeli dedim. Kim diye ısrar edince adres söyleyip “Burhan amcanın kızı Selvi” dedim. “Tanıyorum” dedi, “Hollanda da çalışır işinde gücünde bir adam, hayırlısı olsun” dedi. Yüreğim yangın yeriydi sanki, köz olan ateş harlanıp alevlenmiş, yüzüm kızarmış, kalp atışım yükselmişti. Bunu gören Hacı emmi “evlat sen bayağı yanıksın, bu yaşta kendini kötü kaptırmışsın aşk ateşine, madem aşıksın söyle de derdini dinleyelim”, söylemenin yeri zamanı yoktu zaten efkar basmıştı. “Söyleyeyim de dinle Hacı emmi” dedim, elindeki asasını alıp saza vurur misali başladım söylemeye;
Hele dur da sana açam derdimi
Benim halim nice ey hacı emmi
Terk etmişim vatanımı yurdumu
Benim halim nice ey hacı emmi
Pirimin elinden bade içmişim
Bir güzel sevdim ki candan geçmişim
Dertli bir aşığım halim açmışım
Benim halim nice ey hacı emmi
Yaşın kemalinde çok gün görmüşsün
Belki de gençlikte sende sevmişsin
Nice kişilere öğüt vermişsin
Benim halim nice ey hacı emmi
Evi Darende de ama varamam
Sevdiğimin o gül yüzün göremem
Buralarda daha fazla duramam
Benim halim nice ey hacı emmi
O bir zengin kızı ben ise yetim
Evlenip de yuva kurma niyetim
Şu iki bileğim bütün servetim
Benim halim nice ey hacı emmi
Kuluncak’ta doğdum ne mal ne mülk var
Bir kara sevdam birde türküm var
Kavuşamam diye büyük korkum var
Benim halim nice ey hacı emmi
Aşık YEYDANİ’yim netsin neylesin
Feryat eyler amma duymazlar sesin
Babam bile yok ki gelip istesin
Benim halim nice ey hacı emmi
Öylesine kendimi kaptırmıştım ki, başımıza toplanan insanları görmemiştim bile. İhtiyar elini omzuma koyup “bre evlat sen gerçekten aşıkmışsın, rabbim sizi kavuştursun ama şunu da unutmamak gerek, gerçek sevenler kavuşamaz çünkü kavuşursa aşk biter, Kerem’ler, Mecnun’lar Ferhat’lar… daha nicesi böyledir. Hele birde Veysel Karani var ki Rasulullah’ın aşkıyla yanar kavrulur. Bir deve çobanıdır, Yemen’den kalkar Medine’ye gelir ama Rasulullah’ı göremeden geri gider. O hasretle de terki dünya eder. ALLAH hepsine rahmet eylesin.” Hacı emminin elini öpüp çarşıya geldiğimde, Ethem abide dönüş için hazırlanıyordu. Araba tıklım tıklımdı. Kuluncak’tan ve civar köylerden yolcular vardı. Araba hareket edip yol alırken boynum kırılırcasına arkama bakıyordum, Selvi’yi görememenin acısı yüreğimi parçalıyor, Kerem gibi yanmak üzereydim. Bizim köylülerden birisi, “kuzusu arkada kalmış koyun gibi hep arkaya bakıyorsun hayır mı” deyince, manalı manalı bakıp “ne ben sana anlatabilirim ne de sen anlayabilirsin” diye karşılık verdim. Araba Ağpınar’a yaklaşmıştı, birden Ethem abi Pınar’da dur dedim, kekeleyerek “niye” dedi, “yüreğim yanıyor alev alacağım nerdeyse bir su içeyim” dedim, herkes gülüşse de araba durdu, elimi yüzümü yıkayıp, kana kana su içip, arabaya binince yolculardan bir yaşlı “bu ne yürek yangınıymış oğlum, bu kadar su içilir mi” deyince, bende “yetim büyüdüm ondandır herhalde” o da “yok yok bu olsa olsa sevda işidir,” hiç seslenmedim. Araba Ayvalık’a aşağı inerken derin bir hülyaya dalıp gitmiştim…