14° Açık

Fildişi Kule Değil, Yaşayan Mekân

yazar - 26/10/2025 00:31 A A

Fildişi Kule Değil, Yaşayan Mekân

Müze denildiğinde çoğumuzun zihninde hâlâ aynı sahne belirir: cam vitrinlerin ardında donmuş kalıntılar, sessiz koridorlarda atılan ağır adımlar, ardından bir kafede verilen kısa bir mola ve çıkışta pahalı objelerin sıralandığı satış alanı… Oysa modern müzecilik, bu tek boyutlu algının çok ötesine uzanır.

Bugünün müzesi yalnızca kalıcı koleksiyonların korunduğu bir yapı değil; kentin belleğini canlı tutan, gündelik sosyalliğe alan açan, sürekli yaşayan bir mekân kurgusudur. Ziyaretçisini bir defalık deneyimle sınırlandırmaz; her kuşakta yeni anlamlar üreterek kente yeniden karışır. Bu noktada müze, donmuş bir simge olmaktan çıkar; yaşayan, nefes alan, kente ve insana dokunan bir organizmaya dönüşür.

Nitekim Stedelijk Müzesi’nin (Amsterdam) direktörü Rein Wolfs bir söyleşide şu ifadeyi kullanır: “A museum is not a tower for the elite. It must be a place of hospitality.” Yani müze, yalnızca seçkinlerin erişebildiği bir “fildişi kule” olmaktan çıkarılmalı; misafirperver bir kamusal alan olmalıdır.

Bu yaklaşım, müzenin sanat eserlerini koruyan soğuk bir arşiv değil, insanları karşılayan, vakit geçirmeye davet eden, buluşma noktası işlevi gören bir ağırlama mekânına dönüşmesi gerektiğini vurgular. Belki de asıl kaçırdığımız nokta budur: tarihi bir binayı müze tabelasıyla donatıp kapılarını açmak değil; halkın gelmekten keyif aldığı, aidiyet kurduğu, misafir gibi değil, ev sahibi gibi hissettiği alanlar tasarlamak.

Stedelijk örneğinde bu anlayışın hayata geçtiğini görmek mümkün. Giriş lobisi yalnızca bir geçiş noktası değil; kimi zaman büyük davetlere, kimi zaman buluşmalara ev sahipliği yapıyor. Fonda Café ve Tarihi Koridor, sergi deneyimini aşan sosyal buluşmalar için zemin sunuyor. Oditoryum, konferanslardan panellere kadar kamusal tartışmaları barındırıyor. Daha küçük ölçekli Foundersroom ise özel toplantılar ve seçilmiş gruplar için ayrılmış. Yani müze, koleksiyonların çevresine sıkıştırılmış kapalı bir dünya olmaktan çıkıp, farklı ölçeklerde sosyal etkileşime olanak tanıyan bir “kamusal ekosistem” hâline geliyor.

Bu bağlamda mimarlar için de yeni bir düşünce alanı açılıyor. Çoğu zaman yapının kullanıcıyı yönlendirdiği, rotaların önceden kurgulandığı mekânlar tasarlanır. Oysa çağdaş müzecilikte bazı mekânların bilerek “esnek” bırakılması, yani halkın hayal gücüne ve ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirilmesi üzerinde durulması gereken bir yaklaşım olabilir. Çünkü kesin kurallarla çevrelenmiş, nefes aldırmayan bir müze kurgusundansa; kullanıcıların ağırlandığı, kendini evinden sonra en rahat hissettiği alanların yaratılması geleceğin müze deneyimini dönüştürecektir.

Bugün alışveriş merkezleri yalnızca ticaretin mekânları olmaktan çıkıp “yaşam merkezi” adı altında pazarlanıyorsa, neden müzeler bu rolü üstlenemesin?

Yeni nesil müzecilik anlayışında asıl sorulması gereken, müzelerin yalnızca turistlere değil yerel halka ne verebildiğidir. Kalıcı sergi alanlarının yanında atölyeler, söyleşi mekânları, kafeler ve kamusal buluşma noktaları… Müzeler bunları sağlayabiliyor mu, ya da böyle bir gayeleri var mı? Belki de yanıtı, yalnızca bir soru olarak bırakmak gerekir.

yazar - 00:31 A A
BENZER HABERLER